OYUNCU ULVI KAHYAOğLU ANLATTı: BIR ERKEK çOCUğUNUN VAR OLMA SAVAşı

"Birini anlamak için kendinden çok şey feda ettiğin ve 'burada daha fazla kalırsam kendimi heba edeceğim' dediğin bir yer vardır" diyen Ulvi Kahyaoğlu ile erkek olmayı, var olmayı, biri olmayı ve Gain'de 4. bölümü yayına giren Dengeler dizisini konuştuk

Her şeyin değiştiği, 35 yaş üstü herkesin bildiği dengelerin alt üst olduğu bir dünyada değişmeyen nadir şeylerden biri "erkek olmak" derdi. Evet, bu bir dert. Çoğu zaman göz önüne alınmayan bir dert. "Erkeklerin dünyası" dediğimiz ve bunun değişmesi için ,yani "eşit ama eşitten birazcık fazla feminist" olması için çok emek verilen bu dünyada erkek olmak zor. Erkek olmanın nesi zor olabilir ki? Her şey erkeklerin rahatı için düzenlenmemiş midir? Zor olan kadın olmak değil mi ya da iki cinsiyetle belirlenmiş normların dışında olmak değil mi? Erkek dediğin gücünü kullanır, hayvani içgüdülerine uyar, primitif avcı ve koruyucu erkekliği ile gurur duyar. Gerçekten de böyle mi acaba? Güçlü olmak, o normlara uygun erkek olabilmek öyle güzel, rahat ve kolay mı?

Pek değil… "Biraz erkek ol" diye yetiştirilen ve tıpkı kadınlara yapıldığı gibi belli kalıplara sokulan erkekler için hayat, gücünü gösterme meydanı. Hatta bugün sadece büyüklerinin, mahallenin itelediği "Erkek ol" baskısının yanında başka baskılar da var erkekler üzerinde: Instagram'da, TikTok'ta, reklamlardaki erkekler gibi ol. Öyle giyin, onlar gibi kaslı ol, seksi ol, komik ol, havalı ol, yemek yap ama sporunu da yap. Bunlarla bitmiyor iş. Özellikle plaza hayatındaysan ya da "eğitimli" bir kesimdeysen herhangi bir kadınla nasıl konuşacağını bilmen gerekli. Konuşurken omzuna dokunursan taciz sayılabilir. Mesajına verdiğin cevap seni ifşa edilen bir tacizci konumuna düşürebilir. Başka bir erkekle iletişiminde yanlış ifade seni homofobik yapabilir. Kısa pantolonlardan görünen bilekle bitmiyor iş. Instagram'a koyulacak fotoğrafı çekebilecek misin? Sporda çekilen selfielerin var mı? Sen nasıl erkeksin?

Daha arka sokaklarda ise başka baskılar ekleniyor: Babandan dayağını ye ama elini de öp, abilerinin sözünden çıkma, başımızı yere eğme, ağlama, eve ekmek getir, duygularını belli etme, evlen, ailene sahip çık, sokakta sakın kendini ezdirme. Biri ol. Biri ol. Biri ol.

Kadınların yaşadığı baskıları anlatan çok yapım varken erkeklerin yaşadıkları ikilemleri anlatan bir iş görmek ya da yapılan işleri bu açıdan okumak pek mümkün olmuyor. Oysa Gain'in iddialı işi Dengeler: Biri Olmak dizisini izlerken aklımdan hep bu konular geçiyor. Doğrusu, her sahneyi rahatlıkla izleyemiyorum. Hatta muhtemelen dizi oyuncuları ile röportajlarım olmasa ilgimi çekmezdi çünkü şiddeti izlemek zor geliyor.

Sarp Kalfaoğlu'nun tüm işlerinin farklı ve iyi olduğunu bilmenin etkisi ile izlemeyi ve oyuncuları ile röportaj yapmayı kabul ettiğim Dengeler: Biri Olmak dizisi, öyle bir yandan pizzanızı ısırıp biranızı yudumlarken izleyebileceğiniz bir dizi değil, baştan bunu bilin. Boğazınızda takılır yediğiniz içtiğiniz. Elinizde telefon mesajlaşıp ya da oyun oynayıp bir yandan izleyeyim derseniz sürekli başa almak zorunda kalırsınız çünkü her sahne hikâye sürekliliğini yakalayabilmek için dikkat istiyor. Dizinin anlattığı dünyanın gerçek olduğunu bilmek ve gerçekliğine inanmak istememek ise, size diziyi izlerken eşlik edebilecek tek şey.

Dizide "babasının varlığı" altında biri olmaya çalışan Hidayet Alperen (Hido) karakterini canlandıran Ulvi Kahyaoğlu ile sohbet etmek, iki farklı dünyayı tek yerde birleştirmek gibiydi. Daha önce bir gençlik dizisi ile tanınan Ulvi Kahyaoğlu, ileride adını çok daha fazla duyacağımız genç bir yetenek. Oynamayı seçtiği yapımların hepsinin başarılı olması tesadüf değil gibi görünüyor. "İyi bir oyuncunun iyi bir analiz yeteneği olmalı" düşüncesi ve genç kuşaktan bir erkek oyuncu olması nedeni ile yazının girişinde erkekliğe dair bahsettiğim her konuyu konuşabileceğim biri olduğunu düşünmüştüm Ulvi'nin. Yanılmamışım. Setteki son gününde, son sahnesi çekilmeden hemen önce konuştuğumuz oyuncunun sahne sırası gelmiş olmasa muhtemelen en az bir yarım saat daha konuşurduk. Bu sohbetin ve bu dizinin sonrasında Ulvi Kahyaoğlu'nun oyunculuk geleceğine dair beklentilerimin çok daha fazla arttığını söylemem gerekli.

Belki de sadece Ulvi'den değil; genel olarak onun nesli ve devamındaki nesillerden "kadın-erkek-alfabenin istediğin harfi" -aslında sadece insan olmaya dair tarihi baştan yazmaları konusunda beklentilerim büyük, o nedenle akıllı ve yetenekli olanları ile tanışınca heyecanımı saklayamıyorum!

- Canlandırdığın karakterden bahsederek başlayalım mı, Hido nasıl biri?

Hido yani Hidayet Alperen zaten baştan kafası karışık doğmuş bir çocuk. Rüzgar nereden eserse, yönünü oraya çeviren bir adam. Biraz da rahat bir hayatı var. Hayatı rahat ama o rahatlık gerçekten iyi bir şey mi? Önünde sonunda hayatı deneyimlemen lazım. Hido, belli dehlizlere girip oradan çıkamayan bir karakter. "Dengeler"deki asıl mevzu "biri olmak" ve Hido'nun da babasına karşı biri olduğunu göstermek gibi bir derdi var. Bu nedenle babasının zıddına gidiyor, diyemem ama babasının yolunda da değil. Babasının kabul edebileceği eylemlerle inşa edilen bir hayat değil Hido'nunki. Belki ileri attığı her adım, iki adım geri atmasına yol açıyor. Bu yüzden de yolculuğu çok fazla sekteye uğruyor. Attığı her yanlış adım, bu ekosistemde çok daha büyük bir etkiye yol açıyor. Her seferinde düştüğü yerden belki daha büyük bir hırsla kalkmak zorunda hissediyor kendini ama bu hırs ona daha da büyük hatalar yaptırıyor. Bir şeyleri toparlamaya çalıştığı noktada da galiba geç oluyor…

- Karakteri canlandırmanda ya da geliştirmende önce filmde olup sonrasında diziye geçmenizin ve işin bu kadar uzun bir sürece yayılmasının nasıl bir etkisi oldu?

Bence bu çok keyifli bir durum bir oyuncu için. Filmde karakterin yolculuğunu görüp, tanık olup sonra dizide onun yolculuğunun başka bir şekilde devam ettiğini görmek çok güzel. Bir de tipim çok farklıydı filmde. Sakallı, uzun saçlı başka bir Hido varken, dizide başka bir Hido gördük. Karakteri öyle deneyimleyebilmek değerliydi. Zaten Sarp Kalfaoğlu'nun da yazarken amaçlarından biri buydu anladığım kadarıyla. Yani karakterlerin farklı yanlarını göstermek istedi. Benim 10-15 yıl sonra da dönüp baktığımda hatırlayacağım, altı çizili deneyimlerimden biri olacağı kesin. 

"Var olma derdinde, bir başkasının yok olmasını göze alabiliyorsun"

- Canlandırırken ya da senaryoyu okurken kızdığın, "şunu da yapmasaydı" dediğin, çatıştığın yerler oldu mu?

Yani bunu söylemek zor çünkü her adımı bunu söylemeye müsait. Öte yandan her yaptığını haklı da bulabilirim. Zaten ataerkil bir toplum, bir de babanın gölgesi altında bir erkek çocuğunun var olma çabası her zaman başka bir dert. Bu toplumda çok fazla hikâye üretmiş zaten bu dert. O travmatik çocukluğu yaşadıktan sonra kendi yaşadıklarını tazmin etmeye çalışıyor olabilirsin bilinçsizce. Çok bizden yani…

- Çok bizden mi gerçekten? Şu anki, bugünkü erkekten, büyük şehirlerdeki, eğitimli erkekten bahsedelim. Gerçekten bizden mi?

Bence çok bizden. Hatta son 10-15 yılda hayatımıza giren belli stereotip erkekler şeklinde tanımlayabiliriz bunu. Belli kodları var. Etiketlemek istemiyorum ama benim de benzer arkadaşlarım vardı. Denklemlerle yaşamak durumunda kalıp, kendini bulmakta zorlanan erkekler… Çok başka yolculuklarda olmak zorunda kalan, hayatımızın her kısmında karşılaştığımız ama hikâyesini bilmediğimiz pek çok insan var. O insanları eleştirdiğimiz noktaların arkasındaki travmayı, hikâyeyi bilmiyoruz. Ben bunları Hido'yu aklamak için söylemiyorum ama işte o baba-oğul ilişkisi, o ebeveyn-çocuk ilişkisi, alt-üst ilişkisi tüm hayatı ve çevremizi etkiliyor.

- Biz bunları karavanda oturmuş konuşurken, siz sette o sahneleri çekerken bu zorlukları gerçekten yaşayan, hayatı mahvolan, hayatta kalmaya çalışan insanlar olduğunu bilmek nasıl hissettiriyor?

Geçen gün bir video izlettiler bana. Adana'dan bir kamera görüntüsü. Direkt "Dengeler"… Bizim radarımıza girmeyen, haber olmayan, Twitter'da bile görmediğimiz o kadar çok olay var ki, insan sarsılıyor. Aynı zaman, aynı ülke ama biz uyurken bambaşka şeyler yaşanıyor. Ve sabah biz tekrar sokağa çıktığımızda her şey sıfırdan başlıyor gibi bir hikâyeye dönüyor. Bu çok acayip bir şey hakikaten. Hani insan hayatının, sayılara indirgenebilecek olması… Dizinin teaser'ında da bu var. Bir adam, bir hayat, kaç adam öldürdü, kaç kadını kocasız bıraktı? İşin sonunda birileri eşini kaybediyor belki, birileri babasını kaybediyor, birileri çocuğunu kaybediyor. İşte ateş düştüğü yeri yakıyor ama diğer taraf da var olma derdindeyken, bir başkasının yok olmasını bu kadar kolay göze alabiliyorsun. Bu bana daha insan bile olamazken, hayvani güdülenmenin insana neler yaptırabileceğini hatırlatıyor. O hayvani güdülenmenin, var olabilmek için karşısındakini ne kadar kolay yok edebileceğini hatırlatmış oluyor. Elbette bunlar da anlatılan hikâyeyi daha gerçek kılıyor.

- Biraz önce travmalarımıza vurgu yaptın. Son zamanların popüler kavramı… Bir de sinemada artık "kötü karakteri, kötü karakterin travmalarını anlama" trendi var. Özellikle yabancı filmlerde bunu çok görüyoruz. Hani dedin ya "Hido'yu aklamak için söylemiyorum ama bunlar da var…" "Dengeler: Biri Olmak"ta da aslında bir insanın neden, nasıl yasa dışı olabileceğini görüyoruz. Eskiden "kötü" diyerek geçeceğimiz karakterlerle empati kurmak, anlamak zorunda mıyız? Anlamalı mıyız sahiden herkesi?

Geçen sene oynadığım gençlik dizisi "Tozluyaka"da tam da böyle bir karakterdim. O süreçte de benim oynadığım karakteri anladık. Yani tabii bu oyuncu için çok keyifli bir şey çünkü çok 360 derece bir hikâye anlatımı. Hem anlamak hem de deneyimlemek, tabii layığı ile yapabiliyorsan. Oyunculuk ve paralelinde yaşadığım hayat beni bir hikâyenin her yönünü anlamaya zorladı. Bu yüzden bazı insanlara öfkelenemiyorum. Soruna dönersem, evet her şeyin bir sebebi var ama kimsenin travmasını, belli krizlerini, belli problemlerini çözmek ya da anlamak zorunda da değiliz ki pek çok insanın da böyle deneyimleri var. Birini anlamak için kendinden çok şey feda ettiğin ve, "Ben burada daha fazla kalırsam kendimi heba edeceğim" dediğin bir yer vardır. Yani bir sınırı var. Karşındakini anlayıp anlamamak bir tercih bence ve zor da bir tercih. Anlamamayı tercih edersek at gözlüğü takan ya da peşin hükümlü insanlar haline gelebiliyoruz. Ve belki de memleketin en büyük problemlerinden biri de bu. İnanılmaz bir linç kültürümüz var. Bir taş atıldığında arkasından yüz kişi aynı kuyuya taş atabiliyor. Belli şeylere bakmaksızın, Twitter'da yazılan bir şey ya da bir haber birini günün kötüsü ya da günün kahramanı yapabiliyor. O yüzden bence kötüyü anlamak, iyiyi de her zaman çok da iyiymiş gibi görmemek gerekli. Çünkü menfaatlerimiz var hepimizin. Ulaşmak istediğimiz, elde etmek istediğimiz belli şeyler var. Ve onlar için belki farkında olarak ya da olmadan belli yollar çiziyoruz zihnimizde. Ve bazı iyilikleri kendi kazancımız için yapıyoruz. Yani bu da kötü bir şey olarak görülsün demiyorum ama iyi de her zaman mutlak değil. Belki durumları biraz tahlil etmek, öyle karar vermek çok daha iyidir.

- Sosyal medya da tahlil etmeden yaftalamayı kolaylaştırdı…

Evet, eskiden ben de Twitter'da gördüğüm bir şeyi hemen paylaşırdım. Şimdi bunun nelere yol açabildiğini gördüm. Çünkü maalesef insan ne sadece iyi ne de sadece kötü. O en kötü adama bile sorduğumuzda onun anlattığı hikâye o kadar ağır geliyor ki, belki özdeşlik kurmaya tahammülümüz bile olamıyor. Yani o yüzden kötüyü her zaman anlayalım ve aklayalım değil ama durumları daha iyi tahlil edelim bence.

"Erkek metalaştı"

- Benim izlediğim kadarı ile "Dengeler" biri olmak kavramını sorgularken bu daha çok "erkek olmak" hikâyesi gibi. Çok baskıcı bir toplumda erkek olmaya çalışıyor. Ama bir taraftan baktığımız zaman erkek olma normları da çok değişti. Sen kendi yaşından, yaşamından bakarak şu anki erkeklik halini nasıl değerlendiriyorsun?

Ben erkeğin bizim görüp dile getirmediğimiz kadar metalaştığını düşünüyorum. Tabii ki Türkiye televizyonunun da bunda etkisi var çünkü ister istemez kadına ve çıplaklığa ya da cinselliğe dair engellediklerimizi erkekle dengelemeye çalışıyoruz. Bu da erkekleri değiştiriyor. Şu an spor salonuna yazılı olmayan çok insan yoktur, olmayan da ne zaman yazılacağını düşünüyordur. Ve bir noktadan sonra PT ile çalışması gerektiğini birileri söyleyecektir. Çünkü yaz geliyordur vs… Hayatımıza filtreler, photoshop girdi. Teknoloji ne kadar gelişse de, insanoğlu her ne kadar rezidanslarda yaşıyor, en lüks otomobillere biniyor olsa da sosyal bir hayvanız işin sonunda ve güdülerimizden sıyrılamıyoruz. Aynı hormon üretiliyor ve aynı güdülenmeler, aynı kaoslar yaşanıyor. Yaptığımız her şey özünde "kur dansı". Zihnimizde en güzel olarak betimlediğimiz kişiyle beraber olabilmek ve neslimizi devam ettirebilmek için en iyisi olmaya çalışıyoruz. Ve bunu normal hayatta yaptığımız yetmiyormuş gibi bir de sosyal medyada da yapıyoruz.

- Sinemada da çok farklı karakterlerle çıktın karşımıza. Aslında daha çok alkışı hak ettiğini düşündüğüm filmlerde oynadın. Tiyatro oyununu henüz izlememiş olsam da hakkında çok güzel şeyler duydum. Yolun çok başındasın ama insanların seni günü gelince canlandırdığın hangi karakterle hatırlamasını istersin?

Bir çatıda kurulmuş bir karakter beni her zaman çok daha fazla gıdıklıyor. Bir tarafı deneyimledikten sonra orayı daha fazla, daha da derin analiz etmek güzel ama hani başka bir şeyde kendimi başka bir şekilde görüyor olmak, yaptığım mesleğe dair hem kendimi daha kalıcı hissettiriyor hem de neden yaptığımı tekrar hatırlamamı sağlıyor. Bir sonraki işte de ne yapacağımı merak ediyorum. "Zaten yaparım" diyebilmek güveli bir alan, bir konfor alanı. Daha yolun başındayım aslında. Ve önümüzde uzun bir yol var. Belli malzemelere çok alışıp, oralardan gidip artık heyecan duymadığım bir yerden bu işi yapmaktansa belli hataları yapayım, belli yerlerde başarısız olayım. Tek bir karakterle hatırlanmaktansa bir yerde görüp, kim olduğuma bakıp, "O çocuk buymuş!" denmesini tercih ederim. O daha keyif verici. O zaman bu mesleği layığıyla yaptım dedirtir. Ve gerçekten o oyun oynama güdüsünü unutmamak gerekiyor. Bir de ister istemez yaşadığımız, gördüğümüz kadarını aktarabiliyoruz. Ne kadar çok görüp ne kadar çok yaşarsak ve kendimizdeki farklı benleri ne kadar tanırsak o kadar iyi oyuncuyuz. Çünkü herkesle kurduğumuz iletişim farklı, nasıl görüneceğimizi seçiyoruz. Öyle görünmek... Giydiğimiz şeyle, içtiğimiz şeyle, ses tonumuzla, bilinçli ya da bilinçsiz kullandığımız kelimelerle... Bunlar heyecan veriyor bana. Kendimle ilgili, "Bak burada abuk sabuk şeyler yapıyorsun. Allah Allah, ne oluyor, neden böyle?" diye sorgulamak bana çok güzel geliyor. Çünkü o zaman genişlediğimi ve büyüdüğümü düşünüyorum. Oyunculuk olarak da, gerçekten farklı bir karakterle tanışıp onun durumunu çok iyi algılamak, deşmek, özdeşlik kurmak heyecan verici. Özdeşlik kurmamayı ihtimal dahilinde bile görmüyorum. "Tozluyaka"daki karakteri de anlamak zorunda kalmıştım. Ve evet, o kötüyü ben kendi içimde aklamıştım ve seyirci de aklamıştı.

- O zaman Hido ile de mi kuruyorsun özdeşlik?

İster istemez, çünkü o da kendi hayatında haklı. Ne kadar doğru, ne kadar yanlış yaparsa yapsın. Benim içimde de bir Hido var ki ben burada Hido'yum. İşte o da doğru oyuncu seçimi oluyor.

]]>

2024-05-04T21:00:51Z dg43tfdfdgfd